30 Haziran 2011 Perşembe

Black Swan (2010)

Siyah Kuğu



Filmi oscar töreninden önce izlemeyi düşünmüştüm ama gelen "sıkıcı" yorumlarından sonra bugüne kadar ertelemiştim. O sıkıcı yorumlarını yapanları bir bulursam :) Kısmen haklılar ama sadece ilk yarım saat için bunu diyebiliriz. Muhtemelen sıkıcı diyenlerde ilk yarım saati izleyip çıkanlardır. Bende genelde yaptığım gibi bütün işlerimi bitirip uyku vaktim yaklaşınca film açtığım için bu filmi 4 veya 5.seferde tamamlayabildim. Açıyorum 5-10 dakika izliyorum uyku basınca kapatıyordum :) Neyse geçelim konuya.


Nina (Natalie Portman) kuğu gölü gösterisi için hazırlanan balerinlerden biridir. Baş balerin Beth'in yerine yeni bir balerin arayan sanat yönetmeni Thomas Nina'ya beyaz kuğu için uygun olduğunu ancak siyah kuğu için çok naif kaldığını söyler. Eski bir balerinin kızı olan Nina bunu kendine yediremez ve rolü kapmak için elinden gelen her şeyi yapar. Siyah kuğu için favori olan Lily ile aralarında bir rekabet oluşacaktır. Nina her eve geldiğinde annesi ile dertleşiyordur. Annesi kocaman kız olmasına rağmen hala ona çocukmuş gibi davranıyordur. Hayattaki tek tutunacak dalı dans etmek olan Nina tüm zorluklara rağmen rolü kapmayı başarır. Kendini rolüne öyle kaptırır ki bir süre sonra farkında olmadan kendi kendine zarar vermeye başlar.

Yönetmen burada filmi Nina'nın gözünden yansıtmış. Ben başından beri bu şekilde gelişeceğini anlamıştım zaten :) Hafif fantastik yapısı ile bir şizofreni filmi bu. Bu tür filmleride izlemeyi çok severim.

Filmde çok güldüğüm bir yer vardı. Söylemeden geçemeyeceğim. Yönetmen Nina'ya eve gittiğinde kendine dokunmasını söylüyor. Kendini hissetmesini istiyor. Nina'da yatakta mastürbasyon yapmaya başlıyor bu esnada annesi hemen köşede sandalyede sızmış farkında değil :) Onu fark ettiği andaki tepkisi süperdi. Oyunculuk budur! Sırf bu sahne için söylemiyorum tabii ki. Genel anlamda zaten Natalie Portman'ın oynadığı tüm filmleri beğeni ile izlemişimdir. Her rolüde başarı ile oynamış ender oyunculardan. Filme 7 puan verdim ama asıl puanı 7,5 filan bana göre. Bu tür filmleri sevenlerin kaçırmaması lazım.

28 Haziran 2011 Salı

Secret, Super Junior, Bigbang, FT Island

Koreli müzik gruplarını çok fazla takip etmem ama bu aralar beğendiğim bazı şarkıları sizlerle paylaşmak istedim. Genelde dizilerde filan oynuyorlar sonra klibini görünce aa bu şarkıcıymış diyorum hep :)

İlk olarak en son beynimde replay isteğini artıran şarkıyı paylaşayım.  Şarkının bir yerinde sanki "tam zamanı" diyorlar gibi geliyor kulağa :) Bu şarkıyı neden sevdim hiç bilmiyorum :) Çok salakça geliyor ama neyse işte..

Secret - Starlight Moonlight

Arkasından uzun zamandır piyasada olan ama her dinlediğimde gaza getirebilen bir şarkı.

Super Junior - Bonamana

Sırada Bigbang var :)

Bigbang - Tonight

Ve FT Island...

FT Island - Hello Hello


Aklıma geldikçe beğendiğim şarkıları bundan sonra sizlerle paylaşmaya devam edeceğim :) Tavsiyeleriniz varsa çekinmeden paylaşın lütfen.

27 Haziran 2011 Pazartesi

Magic (2010)

Sihir



Myung-jin çello eğitimi alan bir gençtir. Onunla aynı müzik okuluna giden Jung-woo ve Ji-eun ile aralarında iyi bir dostluk vardır. Jung-woo okulun en iyi çello öğrencisidir. Her fırsatta diğer öğrencileri eziyor onları beğenmiyordur. Myung-jin'de bu ezilenler sınıfındadır. Ji-eun ise billur gibi bir sese sahip olmasının yanında okulun en iyi piyanistidir. Ortak hedefleri yarışmayı kazanıp Amerika'ya gitmektir. Bu üçlü arasında garip bir bağ vardır. Myung-jin daha önce bir müzik kitabında tesadüfen bulduğu bir parçayı Ji-eun'a verir o da bu sözler üzerine Magic adlı eseri besteler.

Jung-woo çok sigara içen biridir bu yüzden günün birinde tüberküloz hastalığına yakalanır. Çok fazla ömrü kalmadığını öğrenince Myung-jin'i eğitmeye karar verir. Kendine fırsat geldiğine sevinen Myung-jin, Jung-woo'nun ölümüne sevinir hale gelmiştir. Myung-jin ile Joo-woo arasındaki rekabet müzik alanında gibi gözükse de esasen öyle değildir. İkiside Ji-eun'a aşıktır ama bunu bir türlü dile getiremiyorlardır.

Filmde kesit kesit Myung-jin'in şimdiki halini ve eski günleri aramasını görüyoruz. Pişmanlıklarla dolu yaşamını ve arkasında bıraktıklarını bir türlü aklından çıkartamıyordur.

Müzik kısımları olmasa hiç çekilmezdi bu film. Oldukça sıkıcı bir havada ilerliyor çünkü. Çello, piyano gibi klasik müzik enstrümanlarının sesini sevenler ancak katlanabilir bu filme. O kişilerden biride ben oluyorum :) Ortalama bir filmdi. İzlerken fantastik bir hikaye olacak gibi geldi bir ara ama değilmiş.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Sunny (2008)







Soon-yi şarkı söylemeyi seven genç bir bayandır. Kocasını(Sang-gil) askere yollamış ve onun annesiyle birlikte yaşamını sürdürüyordur. Belli aralıklarla kocasının birliğini ziyaret eden Soon-yi aralarındaki ilişkinin bitme noktasına geldiğini hissediyordur. Dahası kocasının kendisi dışında başka bir kızla gizli ilişkisi olduğunu anlayabiliyordur. 

Sang-gil'e bir gün mektup gelir. Seul'den başka bir kadın tarafından yazılmıştır bu. Mektubunu koğuş içinde açıktan okuyan başka bir askerle bu yüzden kavga edip komutanlarının önüne çıkartılırlar. Komutan onlara ya hapis, ya Vietnam ikisinden birini seçin karar sizin der. Bu arada Soon-yi'ye annesi her defasında kocasını ziyaret etmesini söylediğinde canı sıkılıyordur. Yine bir ziyaretinde kocası Sang-gil ona kendisini sevip sevmediğini sorar. Sang-gil sorusuna yanıt alamayınca Soon-yi'nin ne demek istediğini anlar.

Ertesi ay Soon-yi ziyarete geldiğinde kocasının Vietnam'a savaşa gittiğini öğrenir. Kendi öz annesinin evine dönmeye çalışır ama babası artık kendilerinden çıktığını bu eve adımını atamayacağını söyler. Çaresiz şekilde Sang-gil'in annesinin evine döner. Bir gün postacı mektup getirir. Annesi okumasını söyler. Mektubu alan Soon-yi annesine artık durumu açıklamanın zamanının geldiğini düşünür ve oğlunun Vietnam'da savaşta olduğunu söyler. Annesi Vietnam'a gideceğini söyler. Soon-yi ona mani olur ve kendisi gideceğini söyler. Ne yapacağını bilmez durumdayken tesadüfen üçkağıtçı bir müzik grubu liderine denk gelir. Onlarla birlikte Vietnam'a gider. Zor şartlar altında askerleri eğlendirip grup üyeleriyle birlikte para kazanmaya çalışıyorlardır. Grubun lideri ona Sunny takma ismini vermiştir. Amerikan askerleriyle bu şekilde daha kolay iletişim kuracaklardır. Başlarına gelmeyen kalmamıştır neredeyse. Sunny her türlü zorluğa rağmen kocasını bulmak için sonuna kadar çabalar...


Çok fazla bir şey vaat etmeyen orta düzeyde bir film olmuş. Tavsiye eder misin diye sorarsanız ben tavsiye etmem :) Savaş sahneleri filmi biraz kurtarmış diyebilirim. En azından masraftan kaçılmamış bu belli.

19 Haziran 2011 Pazar

Kiss Me, Kill Me (2009)

Öp Beni, Öldür Beni



Aşk, insanları harekete geçiren en büyük enerjidir.

Kiralık bir katil olan Hyeon-joon kendisine verilen talimatlara göre hareket ediyordur. Yine bu işlerden birinde kendisine çok kolay bir görevi olduğu söylenir. Yatağında yatan bir adamı uykudayken vurması talimatı verilir. Görevini yapmak üzere eve giden Hyeon-joon yatakta genç bir kızın yattığını fark eder.

Hyeon-joon: Orada bir erkeğin uyuyor olması gerekiyordu. Jin-yeong: Ne olmuş yani? Ne fark eder? Senin işini yapman gerekmiyor mu? der.

Hyeon-joon onu öldürmeyeceğini söyler çünkü intihar etmek istiyorsa kendini öldürebileceğinin ama kendisinin bu işe karışmayacağını söyler. Bunları söyler ama ona kötü bir şey olmasını istemiyordur aslında.


Buradan sonra spoiler içerir

Hyeon-joon'un son zamanlarda yaptığı işler hep ters gitmektedir. Bu da işverenlerini sıkıntıya sokuyordur. Adam o kadar rahat ki öldürdüğü adamın resmini çekmeyi unuttu diye polis dolu eve maske ve şapka takarak girip fotoğrafını bile çekiyor :) Başka bir görevinde hapishaneden kaçmış bir kaçağı keskin nişancı tüfeğiyle çatıdan avlaması gerekiyor. Fakat o esnada kaçak bir kadını rehin almış. Etrafı polislerle ve keskin nişancılarla çevrilmiş durumda. Hyeon-joon'da çatılardan birine çıkıyor. Yan balkonda başka bir keskin nişancı olduğunu görüyor ama hiç bir şey olmamış gibi selam verip gidiyor :)

Jin-yeong ise 7 yıllık sevgilisinden ayrılmış. Bu yüzden devamlı intihar teşebbüsünde bulunuyordur. Her intihar denemesi ise ayrı bir komediydi. Bunu da söylemeden geçemeyeceğim. 

Hyeon-joon sert bir adamdır bu yüzden karşısındakine sevgisini belli edemiyordur. Jin-yeong'a aşık olmuştur ve bu yüzden devamlı onun evine geliyordur. İntihar etmemesi gerektiğini öğütlüyordur. Yarın ne yapacağını sorduğunda öleceğim cevabını alıyordur. Kafaya takmıştır bir kere. HJ onu dışarı çıkmaya ikna eder ve bir parka giderler. Gezerler ama kızın aklı başka yerlerdedir. Deyim yerindeyse ruh gibidir. HJ neden bu kadar üzgün olduğunu sorar. JY'de sevgilisinden ayrıldığını söyler. Bunun için mi üzülüyorsun? Bunun için mi ölmek istiyorsun? diye ona sorar. JY: Sen nerden bileceksin aşk nedir? Bu lafı duyan HJ montunun içine sakladığı gül buketini çıkartıp kızın kafasına yapıştırır. Gül yaprakları kızın kafasından aşağı dökülür.

İşte o sahne :)

O anda kafasına dank eder her şey. Daha sonra defalarca tesadüf eseri karşılaşacaklardır. Yine komik olaylar yüzünden. Kısacası iki tane umutsuz vakanın sıra dışı aşkını anlatıyor bu film. 


Bitmedi devam ediyorum :) HJ'nin annesi barda çalışan bir kadındır ve içkiye düşkündür bu nedenle devamlı mide bulantısı geçirip kusuyordur. Bu sahnelerden biri çok komikti. JY'de HJ'nin evinde kaldığı gece içmiştir ve o da kusmak için onların klozetini kullanıyordur. Tam bu esnada HJ'nin annesi tuvalete dalar ve kusmak için oraya gelir. HJ bir anda JY'yi tuttuğu gibi kenara fırlatır :) Bu sahnede çok komikti.


Filmde daha bir çok komik sahne mevcut. İzlenmesi gereken bir film.

Geleyim bu filmi neden bu kadar geç izlediğime. Jin-yeong rolünü oynayan Hye-jeong Kang'ı sevmediğim bir oyuncuya benzettim. Afişe bakarak o oynuyor diye bu filmi izlemeyi bu zamana kadar erteledim. Meğerse bu kız Welcome to Dongmakgol'da ki bizim sevimli delimizmiş. O filmde de çok sevmiştim bu kızı :) O olduğunu bilsem çok önce izlerdim. 7 ile 8 arası bir puanı hak eden bir film bana göre. İzlerken keyif alacağınıza eminim :)

17 Haziran 2011 Cuma

"The Event" (2010)




Lost'dan sonra bu dizi ilgimi çekmişti. İlk iki bölümü izledikten sonra uzun bir süre izlemeye ara verdim. 2.bölümün sonunda uçağın ışınlanması tamamen zaten Lost'u hatırlattı. Belkide bu yüzden uzun süre ara verdim. En nihayetinde kaldığım yerden başlayıp devam ettirdim. Dizi bildiğiniz gibi 1.sezonun sona ermesinden sonra iptal edildi. Bende bari başlamışken kalan bölümleri de bitireyim, hemde bilgisayarımda yer açılsın diyerek izlemeye başladım. İzlediğim bölümleri siliyorum çünkü.


Dikkat Spoiler içerir


Konu: Sean Walker ve sevgilisi Leila Buchanan tatile çıkarlar. Tatil esnasında tanıştıkları bir çift onları oyuna getirir ve Leila'yı kaçırırlar. Sean onu kaçıranların izini takip etmek için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Fakat Leila'yı kaçıranlar her şeyi önceden planlamış ve ona ulaşmasını engellemeye çalışıyorlarıdır. Nedeni ise onun üzerinde deney yapmak istemeleri yada kendi türlerinden olduğu için onlarla gelmesini sağlamaktır. Dünya dışı insansı varlıkların sayısı çok fazla değildir. Bir çoğu kendi inançları gereği başka bir gezegene taşınmıştır. Burada kalanlar ise artık normal insanlarla kaynaşmış ve neredeyse kendilerinin nereden geldiğini unutur duruma gelmiştir. Yıllardır Amerika'da tutsak edilen bu halk bir gün kurtulmayı bekliyordur. Liderleri Sofia halkıyla birlikte içeride olmasına rağmen kurtulacakları günün hayali ile yaşıyordur. Aslında bekleyişleri onlar için bir sorun teşkil etmiyordur. Çünkü dışarıya sızdırdıkları adamları insanoğlunun henüz geliştiremediği teknolojilerin elde edilmesini sağlamakla görevlidir. Bu sayede gelişen teknoloji ile oradan kurtulacaklardır. Sofia'nın halkının tamamı içeride değildir. Kısıtlı sayıda da olsa dışarıda da bu kişilerden vardır ve önemli mevkilere kadar sızmışlardır. ABD başkanı ve istihbarat ekibi bu insanların normal olmadıklarını (yaşlanmadıklarını) anlamıştır ve onlardan bilgi almak için belli aralıklarla onları sorguluyorlardır. Bilgi karşılığında Sofia belli tavizler istiyordur ve bunlardan biri yüzünden başkan neredeyse ölümle yüz yüze geliyordur. Kaçırılan uçak tam beyaz saray üzerine çakılacakken bir anda ışınlanıp başka yere iniş yapar. Uçağı kullanan pilot Leila'nın babasıdır. Kızını kaçırdıklarını ve o uçağı uçurmazsa kızını öldüreceklerini söylemişlerdir. Aynı uçakta yolcu olarak bulunan Sean Walker yaşananlara şahitlik edecektir. Leila'yı bulmak için gidilmedik yer bırakmayacaktır neredeyse.


Dizi bu olaylar döngüsü üzerinde gidiyor. Her iki taraftanda ihanetler, iyi ve kötü karakterler, sonradan yola gelenler, birbirlerine devamlı tuzak kuranlar ve başkanlık için her şeyi göze alan başkan yardımcısının kirli oyunlarını izliyoruz 21 bölümde. Sonunda istedikleri teknolojiye ulaşıp kendi insanlarını dünyaya getirmeyi başarıyorlar ki.. dizi bitiyor.


Klasik amerikan dizisiydi. İzlerken beni çok fazla sıktığını söyleyemem. Devam etseydi belki yine izlerdim. Vicky Roberts rolünü oynayan Taylor Cole dizide ki tek beğendiğim güzeldi :)

9 Haziran 2011 Perşembe

"49 Days" (2011)




Önce My Girlfriend is a Gumiho ardından Secret Garden dizisini izledikten sonra fantastik bir yapım olsa da izlesek diyordum. SBS kanalı sağ olsun hemen Secret Garden'ın peşinden bu diziyi verdi. Genel anlamda dramın ağırlıkta olduğu bir diziydi. Önce karakterlerin resimlerini vereyim.

 Shin Ji Hyun
 Han Kang
 Song Yi Kyung
 Kang Min Ho

 Shin Ji Hyun ve Ruh Bekçisi


Güncellendi!

Konu: Gyu-ri Nam yani dizideki ismiyle Shin Ji Hyun, Kang Min Ho ile evlilik hazırlığı yapan bir genç kızdır. Bir gün aracıyla yolda giderken bir trafik kazası geçirir ve komaya girer. Kaza esnasında ruhu bedeninden ayrılır. Etrafında toplanan insanları görür. Sesini hiç kimseye duyuramaz. Onu fark eden biri olduğunu bir süre sonra anlayacaktır. Ondan yardım isteyecektir. Fakat o kişi ruh bekçisidir. Ölen kişilerin ruhlarını diğer dünyaya geçirmekle görevlidir. Ruh bekçisi ona o esnada orada olmaması gerektiğini yani ölüm zamanının gelmediğini bunun bir kaza olduğunu söyler. Tekrar dünyaya dönebilmesi için 49 gün içinde kendisi için saf gözyaşı dökecek üç kişiyi bulması gerektiğini. Bunu yapmak içinde Song Yi Kyung adındaki bir kızın bedenini kullanmasını söyler. Kurala göre sadece Song Yi Kyung uykuda iken bedenini kullanabilecektir. Üç gözyaşını elde edebilmek o kadarda kolay değildir. Kendisinin Shin Ji Hyun olduğunu kimseye söyleyemez ve ima edemez. Eğer böyle bir şey yaparsa direkt ölecektir. Üç saf gözyaşını kan bağı olmayan kişilerden bulmak zorundadır. Shin Ji Hyun kazadan dolayı normal hayatta komada yatmaktadır.

Zaman geçtikçe arkasından çevirilen dolapları öğrenecek, kimin dost kimin düşman olduğunu bu şekilde anlayacaktır. Hayatının ne kadar boş ve yalanlarla dolu olduğunu da. İyi bir insan olmasının bazı kişileri kıskandırdığını ve daha fazla şey elde edebilmek için ne gibi hain planlar yapabildiklerine şahit olacaktır. Hemde en yakın arkadaşı tarafından. 49 gün boyunca üç gözyaşını elde etmeye çalışan Ji Hyun ilk gözyaşını Hang Kang'dan alacaktır. Aldığı gözyaşları camdan yapılmış damla şeklindeki bir kolyenin içine birikecektir. Onu gerçekten seven her bir kişiden gelecek saf gözyaşları bu kolyede birikecektir. Tam dünyaya veda etmek üzereyken peşpeşe iki gözyaşı daha gelecek ve son anda kurtulacaktır ancak dünyaya dönüşü ve yaşamı çok fazla sürmeyecektir. Ruh bekçisi normalde dünyaya döndüğünde bunları hatırlayamayacağını daha önce ona söylemişti ama 49 günlük görevinde üç gözyaşını elde ettiği için o zamanda geçirdiği her şeyi hatırlaması sağlanmıştır. Ruh bekçisi 49 günün onun için bir lütuf olduğunu kalan 6 günlük ömrünü iyi yaşamasını söyler. Hastanede kendisini ziyarete gelen Song Yi Kyung'a her şeyi hatırladığını söyleyen Shin Ji Hyun bunu etrafındakilere belli edemeyeceğini ve yeniden öleceğini söyler. Bunu Hang Kang'a söylememesini rica eder. Öğrenirse çok üzüleceğini söyler. Ancak Song Yi Kyung bunu Hang Kang'a anlatır. Çünkü Shin Ji Hyun'un son zamanlarında Son Yi Kyung'a eğer gidecekse annesi gibi haber vermeden gitmemesini söyler. Song Yi Kyung bunu bildiği için ona söyler ve bir günlük buluşmada Ji Hyun ve Hang Kang durumdan habersizmiş gibi vakit geçirirler. Hang Kang'ın ve Ji Hyun'un içi ağlıyordur ama.

Geçelim diğer karakterlerin hikayesine. Yu won-Lee'nin rol yeteneğine hayran kaldığımı da belirtmeliyim. Hem normal kendi karakterini hemde içerisinde başkasının ruhu olduğu bölümleri çok iyi oynamış. Song Yi Kyung kaybettiği sevgilisi yüzünden monoton bir yaşam tarzı sürmektedir. İşden eve evden işe gidip günlük sadece ramen yiyerek hayatda kalıyordur. Bir çok defa intihara kalkışsada hep bir şeyler ona engel olmuştur. Dizinin yapımcıları bu iki oyuncuyu özenle seçmiş çok belli. Çünkü ikiside cidden birbirine benziyor. Mimikleri, yüz yapısı, konuşmaları. Bize en başından beri mesajı veriyorlarmış aslında. Bunlar kardeş diye. En önemlisi ise 49 günlük görevi alan ruhların yeniden hayata dönmeleri için kullandıkları beden onların hayatlarını kaybetmesine neden olan kişi olması. Song Yi Kyung 5 yıl önce kaybettiği Song Yi Soo'nun geri döneceğini Ji Hyun sayesinde öğreniyor. Tabii ona koruyucu meleğim diye anlatılıyor. Asıl görevinin ne olduğu söylenmiyor. Yi Soo ve Yi Kyung'un hikayesi dizide beni en fazla üzen şey oldu. Sen o kadar yıl bekle tek bir gün geçirip tekrar git. Kelebek gibi bir gün yaşa. Bu esnada çalan onların şarkısı Tears are Falling'i de ezberlediğimi söylemeliyim :) Dilime pelesenk oldu. Hatta yazarken açtım yine tekrar tekrar dinliyorum.


Dizinin kötü karakterleri Kang Min Ho ile Shin In Jung'a gelince. Bir insanın en yakın arkadaşı yetim olarak büyütüldüğü ailenin her şeyini almaya çalışır mı? Yıllarca ona kendi kızları gibi bakıp büyütüyorlar sen bunun üstüne o ailenin elinde ne var ne yok almak için plan yapıyorsun. Bu şıllık Shin In Jung oluyor tabii. Kang Min Ho ile ikisi sevgililer ve kendi sevgilisini Ji Hyun'a aşık etme planları yapıyorlar birlikte. Daha önce hiç karşılaşmamışlar gibi ona oyun oynuyorlar ve onunla evlenmesine kadar götürüyorlar işi. Ta ki o kazaya kadar. Kötü kaderinden onu belkide Song Yi Kyung kurtarıyor. 49 gün sayesinde Shin Ji Hyun her şeyi öğreniyor ve Song Yi Kyung'un bedeni ile onları devamlı takip ediyor ve planlarını ortaya çıkarıyor. Song Yi Kyung'un bedenindeki Shin Ji Hyun'u Hang Kang kısa sürede fark ediyor ve 49 gün mevzusunu anlıyor. Ona yardım etmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Dedektif gibi herşeyi çözüyor çok fena göz ve algı var bu adamda :) Son bomba olarak Song Yi Kyung'un Ji Hyun'un ablası olduğunuda o buluyor. Dizideki düğümleri tamamıyla çözen tek kişi Hang Kang yalnızlığa mahkum olan tek kişi oluyor aynı zamanda. Dizideki herkes bir şekilde mutlu mesut hayatlarına devam etselerde o hep Shin Ji Hyun'u seviyor olarak kalıyor.


Sonu itibariyle dizi çok akılda kalacağa benziyor. Herkes Shin Ji Hyun'un hayata döndüğüne sevindiği sırada yeniden öleceğini öğrenmesi izleyenleri şok ediyor. O kadar şeyi boşuna mı izledik yani isyan sözcüğünü getiriyor ama unuttuğumuz bir şeyi bize hatırlatıyor. Her günü son günümüz gibi yaşamamız gerektiğini. Ben dizinin bu sonunu beğendim. Senaristin izleyiciye son bir çalım atma denemesi çuvallamış bence. Dizi fantastik neredeyse çoğu şey saçma ama tam öldüm dediği sırada peş peşe gelen iki gözyaşından biri Seo Woo'ya aitti diğerinin kimden geldiğini merak ediyordu herkes. Onu da aynı anda olmuş gibi göstermesi saçmaydı. Shin In Jung'un ağlama sahnesi çok önceydi çünkü. Neden son ana kaldı anlamadım. Neyse en sonunda doğru yolu bulup Kang Min Ho'yu durduramayacağını anlayınca onu hapise tıktırdı ve kendini bir nebze olsun affettirdi.


Kısacası efendim izleyin izletin diyorum. Çeviriyi yapan Setsuna arkadaşımızın ellerine gözlerine sağlık diyorum :) Bir sonraki fantastik yapımda görüşmek üzere.

Not: Budizm inancına göre ölen bir kişinin ruhu 49 gün dünyada dolaşır ondan sonra bu dünyadan ayrılırmış. Bu dizide bundan yola çıkarak 49 gün konusu işlenmiştir.

Diziden beğendiğim bir kaç şarkıyı da paylaşayım.


6 Haziran 2011 Pazartesi

GLove (2011)




Kim sang-nam Güney Kore'nin en iyi beyzbol oyuncularındandır. Fakat asiliği, içkiye olan düşkünlüğü yüzünden bir çok defa ceza almak zorunda kalmıştır. En son olarak bir kavgaya karışmıştır. Ceza olarak işitme engelli çocukların bulunduğu bir okula gönderilir ve onlara beyzbol çalıştırması söylenir. Bu cezayı çekmek için okula zoraki gider. Orada karşılaşacağı bir çocukta kendi gençliğini görür. Her ne kadar engelli olsalarda onlara neler yapabileceklerini öğretecektir.

Marathon filmini izlediyseniz hikayesi ona benziyor biraz. Gençlerin azimleri, mücadelesi görülmeye değer. Spor ve dram türünü seviyorsanız bu filmi de seveceksiniz.

Filmde en çok güldüğüm kısım şurasıydı.

Kim Sang-nam: "Bildiğiniz gibi çocuklar için buraya gelmem kuruldan özür dilemek maksatlıydı ama işe yaramadı. Size hoşça kalın deme sebebimi söylemek gerekirse, sizin hepinizi düzerim. Bana bakın!

Odadakilerden biri: Şimdi burada kafamı buluyorsunuz?

Kim Sang-nam: Bunu da düzerim.

Odadakilerden biri: Bu adam gerçekten?

Müdire: Bir şey sorabilir miyim? Neden?

Kim Sang-nam: Çocuklara beyzbol öğretmeye ilk başladığımda onlara
hiçbir şeye güvenmeyin dedim.

Bir atletin güvenmesi gereken tek şey
çalışırken döktüğü teridir. O yüzden onlar da öyle yaptı.

Çocuklara küçümseyip acıyarak bakan insanları korkutup, ezip evlerine göndermelerini söyledim.

O yüzden böyle yaptılar. Çocuklar şu anda ne yapıyor biliyor musunuz?

Deliler gibi koşmak istedikleri yerde değil de... bir odada kilitliyken ne düşündüklerini sanıyorsunuz?

Dünyada yaşıyorlar ama, başkalarının kararları onların isteklerini silip atıyor.

O yüzden yapmak isteyip de yapamadıkları bir şey olduğunu bile hala bilmiyorlar.

Ama siz bunu şimdi öğreteceksiniz. Bu ne iyidir ne kötüdür denemek zamanı mı şimdi?

Bu eğitimse düzerim!

Bu okulsa onu da düzerim!

Bizler yetişkinsek bunu da düzeyim!"



Newer Posts Older Posts